25 Haziran 2011 Cumartesi
İtalyan Sineması
Savaştan sonra İtalya'da ülkenin uğradığı yıkım ve toplumsal sorunları konu alan önemli filmler çekildi. İlk Yeni Gerçekçi film Luchino Visconti'nin Tutku'su idi. Ne var ki, faşist İtalyan yönetimce gösterimi engellendiği için, uluslar arası izleyici Yeni Gerçekçi sinemayla, İtalyan II. Dünya Savaşı'nın sonunda teslim olduktan iki hafta sonra Roma sokaklarında çekilen Roberto Rossellini'nin Roma, Açık Şehir adlı filmiyle tanıştı. Ardından Visconti'nin Sicilya'nın bir balıkçı köyündeki yaşamı anlatan destansı filmi Yer Sarsılıyor geldi. Vittorio de Sica'nın, bisikleti çalınan bir işçinin hırsızı bulabilmek için oğluyla birlikte başına gelen trajik öyküsü olan Bisiklet Hırsızları gösterildiği yerlerde büyük yankı uyandırdı. Başlangıçta Rossellini ile birlikte çalışan Federico Fellini ilk kez Sonsuz Sokaklar filmiyle adını duyurdu. Daha sonra gerçek ile gerçeküstünün birbirine karıştığı bir dille birbirinden güzel filmler yaptı. Fellini gibi sinema yaşamına Rossellini ile çalışarak başlayan Michelangelo Antonioni önceleri Yeni Gerçekçi belgesel kısa filmler yaptı. Daha sonra çağdaş kent yaşamının getirdiği yabancılaşmayı vurgulayan Macera, Gece, Kızıl Çöl ve bir kimlik arayışı olan Yolcu gibi filmleriyle dünya çapında yankı uyandırdı. İtalya'nın savaştan sonraki ikinci kuşak yönetmenlerinden Ettore Scola Özel Bir Gün, Ermanno Olmi Nalın Ağacı ve Ermiş Ayyaş Destanı gibi filmlerle Yeni Gerçekçi Akım'ı sürdürdü. Pier Paola Pasolini ve Bernardo Bertolucci siyaset, tarih ve cinselliğin iç içe geçtiği filmler yaptılar. Bertolucci'nin 1900 adlı filmi altı saatte yarım yüzyıllık İtalyan tarihini sığdıran görkemli bir gösteridir. Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Savaşı ise, kent gerilla savaşını anlatan, belgesel film üslubunda, propaganda amacı gütmeyen etkileyici bir siyasal sinema örneğidir.
İtalyan film endüstrisi üç büyük organizasyonun - Roma'daki Cines, Torino'daki Ambrosio ve Itala Film- önderliğinde 1903 ve 1908 yılları arasında şekillenmiştir. Bunları Milano ve Napoli'de kurulan film şirketleri izlemiştir. Kısa bir sürede, bu ilk şirketler makul bir yapım kalitesine erişmiş ve çok geçmeden İtalya'nın yanısıra yurtdışına da film pazarlamaya başlamıştır. İtalyan sinemasında ilk çekilen film türü tarihsel filmdir. Bu türdeki ilk örnek olan Alberini'nin La presa di Roma, 20 settembre 1870 ("Roma'nın Fethi, 20 Eylül, 1870") adlı filmi 1905 yılında çekilmiştir. Diğer filmler Nero, Valeria Messalina, Spartaküs, Jül Sezar ve Kleopatra gibi ünlü tarihí kişilikleri konu almıştır. Ambrosio'nun Gli ultimi giorni di Pompei (1908, " Pompei'nin Son Günleri") adlı filmi kısa sürede öyle ün kazanmıştır ki 1913 yılında Mario Caserini tarafından yeniden çekilmiştir. Aynı yıl Enrico Guazzoni Mark Antony ve Kleopatra adlı filmi yönetmiştir. Tutkulu tragedyalarda ustalaşan Lyda Borelli, Francesca Bertini ve Pina Menichelli İtalyan sinemasının ilk "divalarıydı". Francesca Bertini yalnızca ilk sinema yıldızı olmakla kalmayıp aynı zamanda bir filmde kısmen çıplak görünen ilk aktristti. Tarihsel filmlerin yanında, çoğunlukla edebi eserlerden uyarlanan sosyal temalı filmler de çekilmekteydi. Grazia Deledda'nın kitabından uyarlanan Cenere adlı film 1916 yılında çekilmiş ve filmin başrolünde bir tiyatro oyuncusu olan Eleonora Duse oynamıştır.
İngiliz Sineması
Savaş sonrasında İngiltere'de sinema önemli bir gelişme gösterdi. Yönetmen Carol Reed, bir roman uyarlaması olan Ölümden Kuvvetli ve konusu savaş sonrasında Viyana'da geçen Üçüncü Adam adlı filmleriyle dikkat çekti. David Lean, İngiliz yazar Charles Dickens'tan 1946'da Büyük Umutlar'ı ve 1948'de de Oliver Twist'i sinemaya uyarladı. Ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Laurence Olivier, William Shakespaere'den uyarlanan Henry V ve Hamlet filmleriyle büyük başarı kazandı. Aynı dönemde adını duyuran bir başka oyuncu da Taçlar ve Kalpler ve Altın Hırsızları gibi komedi filmlerinde olağanüstü oyunculuk yeteneğini gösteren Sir Alec Guinness'di. Bu filmlerin senaryoları büyük ölçüde klasik edebiyat yapıtlarına dayanıyordu.
1950'lerin sonlarında ve 1960'larda Fransız Yeni Dalga filmlerinin etkisiyle İngiltere'de, çalışan insanların günlük yaşamlarını konu alan gerçekçi filmler yaygınlık kazandı. Tony Richardson'ın Öfke, Jack Clayton'ın Tepedeki Oda ve Karel Reisz'ın Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı adlı filmleri uluslar arası düzeyde ün kazandı. Sean Connery'nin James Bond tipini canlandırdığı ünlü casus filmleri de aynı dönemde yapıldı.
İngiltere 1960'larda Avrupa sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony Richardson'ın romanından uyarladığı Tom Jones, John Schlesinger'ın Thomas Hardy'nin romanından uyarladığı Bir Aşk Yetmez ile Gece Yarısı Kovboyu ve Lindsay Anderson'ın Eğer adlı filmleri dönemin unutulmaz yapıtları arasındaydı. Ne var ki, bir süre sonra İngiliz ekonomisinde baş gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere öteki ülkelere göç etmesine yol açtı.
1930 larda büyük atılım yapmış özellikle belgesel sinema ile kendini kanıtlamış ama popüler ve gişe filmleri yapmak için avrupa nın diğer ülkelerinden sinemacılar oyuncular , teknisyenler getirmiş büyük paralar yatırmıştır ve gereçkten de bir döneme damga vurmuş gişe filmleri yapılmıştır . lakin taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi burda da işler iyi gitmedi ve büyük bir durgunluk... artık yerini italyan yenigerçekçilik akımı ile 50 lerde fransız sinemasına bırakmıştır. ve deneysel film konusunda pek girişimler yapılmamıştır
Alfret Hitchcock
İngiliz Film Yönetmeni ve Yapımcısı. Genellikle Gerilim, Cinayet filmleri yapmıştır. 70’e yakın filmi bulunan Yönetmen, türünde, Cinayet ve Gerilim dalında 1 numara olmuş, hatta sınırları zorlayarak, gelmiş geçmiş en iyi Yönetmenlerden biri olarak sayılmıştır, hala da sayılmaktadır. Dünya sinema tarihi, hep onu tartışmış, ondan daha iyileri olduğunu söylemişlerdir. Onun kadar iyi olanlarda olmuştur ama o en iyisidir. Yapmış olduğu filmlerde ki titizlik, ilk olarak kağıt üzeri senaryoda başlıyordu. Hitchcock, senaryoları oyunculara vermez, sete geldiklerinde, onlara bire bir anlatmayı tercih ederdi. Çekim esnasında çok disiplinli ve titiz olan Hitchcock, oyunculuğa çok önem veriyordu. Bu yüzden, tüm çalıştığı oyuncularda ondan memnun kalmış, filmlerde tam performans sergilemişlerdir. Hayatı boyunca, ölümüne kadar filmler sığdırmış, her filmi İnsanlar tarafından sevilip, sinema tarihine damgasını vurmuştur. Vertigo ( Yükseklik Korkusu ), North By Northwest ( Gizli Teşkilat ), Psycho ( Sapık ) Birds ( Kuşlar ) bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Hitchcock,1926’ larda çekmeye başladığı filmlerini 30’ların sonuna kadar İngilterede gerçekleştirdi. Daha sonra, o da, diğer yönetmenler gibi Hollywood’un tadını tatmak isteyecek, ve 40’lara gelindiğinde Amerika’da filmler çekmeye başlayacaktı. İlk yaptığı filmler, fazla ses getirmemiştir. Onun ısınma turları attığı filmlerdir. Tür olarak, hep bir gizem, cinayet, katil, bir şeyleri arama, araştırma, gizemli kılma, kaybolma, kimi korkular filmlerinin ana temalarıdır. İlk etapta, klasik bir cinayet – gerilim filmi görülmesine karşın, aslında hepsinde Psikolojik konular ele alınır. İnsan psikolojisinin korkuları ve dürtüleri, derin bir şekilde işlenir. Örnek alacak olursak, Vertigo. Baş dönme korkusunun, insan üzerindeki yaratacağı sonuçları, açık bir şekilde anlatmaktadır. Ama görünürde, Güzel bir gizemli, esrarlı film gibi görünür. Oysa tüm filmlerinde, İnsan hayatının gizemlerini, bulgularını ortaya çıkarmıştır. Hitchcock filmlerinde, diyaloglar ağır basar. Diyaloglar okadar fazladır ki, kimi zaman sizleri sıkıyor gibi gelir, oysaki okadar şey anlatıyordur ki, bütün cinayetlerin çözümleri, ip uçları, o diyalogların içindedir, ama öyle güzel ve kapalı işler ki, bizlerde filmin sonuna kadar, ne olacak diye bekleriz. Katil kim deyip, akıl oyunları oynarken, sağ gösterip, sol vurur. Kimi zaman, başından katili belli eder ve başka türlü gizemler katarak, olayı soğutur. Kadraj hakimiyeti ve bilgisi, çok yüksektir. Kamera hiç oynamaz, sarsılmaz. Hareketli görüntüler, sabit görüntülere oranla çok azdır. Çok yakın planları sevmez. Genellikle Genel, Uzak, Bel Planları sever. Müzikleri, yaptığı ve işlediği konu itibariyle, hep filmlerine uygundur. İnsanı geren, gizemli, sert ve korku dolu, klasik müzikler yapmıştır. Genellikle, çoğu filminde ünlü Besteci Bernard Hermann’la çalışmıştır. Bernard Hermann’da müzikte Oscar sahibi olmuştur. Hitchcock’un ise, hemen hemen tüm filmleri ödül almıştır. Her filmi Oscar almamıştır ama ödüllerle doludur.Ödül almadığı filmi çok az, bilinmeyen filmleridir ki, onlarda İngiltere içinde ödüller almışlardır. Arka Pencere Filmi 5 Oscar almıştır. North By Northwest’de öyledir. Vertigo da Oscar almıştır. Birds, Pscyho, To Catch A Thief ve daha fazlaları Oscar ödülüne layık görülmüşlerdir. Görüntü Yönetmenlerinde ise, genellikle, görüntü anlayışı sağlam, sabit çekime odaklanmış ve ustalaşmış Görüntü Yönetmenleriyle çalışmıştı. Bu da, kimi takip görüntülerde, kameramanların, görüntüyü titretmesini ortaya çıkarmıştır. Mesela, Rope ( İp ) filmi, 1948 senesinde çekilirken, başrol oyuncunun kapıyı açma sahnesi vardır ki, Adamla birlikte kamerada kapıya kadar gider. Adeta hoplar gibi bir aşağı, bir yukarı kamera hareketleri, gözü oldukça rahatsız eder. Bu da, çalıştığı görüntü yönetmenlerinin hareketli görüntü yönetmenler olmayışından kaynaklanır. Fix ( sabit ) çekimleri çok çok iyidir ama hareketliler için aynısını söyleyemem. Çalıştığı oyuncular, hep ünlü oyunculardır. İşlerinde, en iyileriyle, en profesyonelleriyle çalışmıştır. Ünlü olmayanları, ünlü yapmıştır. Her filmi üne kavuşmuştur. Filmlerinde hep bir sürpriz vardır. Genellikle, iyi, varlıklı, ve düzgün yerleri filmlerinde yansıtmıştır. En büyük özelliği ise, hemen hemen her filminde, 5 saniyeyi geçmemek suretiyle kendini gösterir. Topaz ( 1966) filminde, hastanedeki tekerlekli sandalyede oturan ve sonra yürümeye başlayan da odur. Bunun gibi, kısa aralarda gözükür.
1950'lerin sonlarında ve 1960'larda Fransız Yeni Dalga filmlerinin etkisiyle İngiltere'de, çalışan insanların günlük yaşamlarını konu alan gerçekçi filmler yaygınlık kazandı. Tony Richardson'ın Öfke, Jack Clayton'ın Tepedeki Oda ve Karel Reisz'ın Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı adlı filmleri uluslar arası düzeyde ün kazandı. Sean Connery'nin James Bond tipini canlandırdığı ünlü casus filmleri de aynı dönemde yapıldı.
İngiltere 1960'larda Avrupa sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony Richardson'ın romanından uyarladığı Tom Jones, John Schlesinger'ın Thomas Hardy'nin romanından uyarladığı Bir Aşk Yetmez ile Gece Yarısı Kovboyu ve Lindsay Anderson'ın Eğer adlı filmleri dönemin unutulmaz yapıtları arasındaydı. Ne var ki, bir süre sonra İngiliz ekonomisinde baş gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere öteki ülkelere göç etmesine yol açtı.
1930 larda büyük atılım yapmış özellikle belgesel sinema ile kendini kanıtlamış ama popüler ve gişe filmleri yapmak için avrupa nın diğer ülkelerinden sinemacılar oyuncular , teknisyenler getirmiş büyük paralar yatırmıştır ve gereçkten de bir döneme damga vurmuş gişe filmleri yapılmıştır . lakin taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi burda da işler iyi gitmedi ve büyük bir durgunluk... artık yerini italyan yenigerçekçilik akımı ile 50 lerde fransız sinemasına bırakmıştır. ve deneysel film konusunda pek girişimler yapılmamıştır
Alfret Hitchcock
İngiliz Film Yönetmeni ve Yapımcısı. Genellikle Gerilim, Cinayet filmleri yapmıştır. 70’e yakın filmi bulunan Yönetmen, türünde, Cinayet ve Gerilim dalında 1 numara olmuş, hatta sınırları zorlayarak, gelmiş geçmiş en iyi Yönetmenlerden biri olarak sayılmıştır, hala da sayılmaktadır. Dünya sinema tarihi, hep onu tartışmış, ondan daha iyileri olduğunu söylemişlerdir. Onun kadar iyi olanlarda olmuştur ama o en iyisidir. Yapmış olduğu filmlerde ki titizlik, ilk olarak kağıt üzeri senaryoda başlıyordu. Hitchcock, senaryoları oyunculara vermez, sete geldiklerinde, onlara bire bir anlatmayı tercih ederdi. Çekim esnasında çok disiplinli ve titiz olan Hitchcock, oyunculuğa çok önem veriyordu. Bu yüzden, tüm çalıştığı oyuncularda ondan memnun kalmış, filmlerde tam performans sergilemişlerdir. Hayatı boyunca, ölümüne kadar filmler sığdırmış, her filmi İnsanlar tarafından sevilip, sinema tarihine damgasını vurmuştur. Vertigo ( Yükseklik Korkusu ), North By Northwest ( Gizli Teşkilat ), Psycho ( Sapık ) Birds ( Kuşlar ) bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Hitchcock,
AMERİKAN VE KUZEY AVRUPA SİNEMASI
Edison tarafından icat edilip geliştirilen kinetoskop ve vitaskop, Amerikan sinemasının ilk örneklerini verir. İlk reklam filmi çekilir. Holywood’a öncülük eden filmler henüz Avrupa’daki kadar gelişmiş değildir. İngiltere, çok sayıda fotoğraf şirketinin öncülüğünde sinemanın büyük ustalarını da yetiştirir. Acres, Cecile Hepworth, G.A. Smith ve Robert Wlliam Paul İngiliz sinemasına avantür ve drama türlerini kazandırır. Kraliyet ailesi kamera önünde poz verirken, aynı kamera, Londra’nın işçi mahallerini çeker. İngiltere’de çekilen çok sayıda film, sonradan, Amerikan sinemasına uyarlanır.
Bu yapımda Köylü Adam ve Sinema, Satranç Kavgası, Araba Kazası, Hırsız Var, Yangın Var, Çin Elçiliğine Saldırı ve Güpegündüz Soygun gibi İngiliz sinemasının çok sayıda ilk dönem filmine yer veriliyor. Bazılarından alınan macera tadı, bugün bile heyecan verecek düzeyde.
YENİ AMERİKAN SİNEMASI
l960-l970 yılları boyunca “yeni” bir amerikan sinemasının gelişip gelişmediği sorulduğu zaman, her şeyden önce, şunu anımsamak önemlidir ki ABD’nde film endüstrisindeki önemli değişiklikler, mali girişim olarak Kaliforniya metropolünden geriye kalanlara gerekli, hareketli bir pazara bir uyma politikasının sonucundan başka bir şey değildir.
Son yirmi yıl boyunca, Hollywood, böylesi uyarlamalarla halkın eğlenmek için ayırdığı parasının hepsini elde edecek biçimde film üretmeyi başardı.İkinci dünya savaşından beri Hollywood’ un yönelimi üstüne en kayda değer etkiyi televizyon yaptı. l950 lerde sinema endüstrisine yönelik tehdit ciddi hale geldiği zaman, Hollywood, insanları televizyonlarından koparmak umuduyla bir dizi teknik hileyi (geniş ekranlar, üç boyutlu ekranlar, sine-parklar, stereofonik ses düzeni, ve hatta hoş kokular yayan filmler) ticari hale getirerek buna karşılık verdi. Böyle olmakla birlikte, l960′lı yıllar boyunca, televizyon, esas itibariyle amerikalıları standartlaştırılmış eğlence ürünleriyle (durum komedileri, polisiye filmler, westernler, melodramlar) beslemekte olan Hollywod sinemasının geleneksel işlevini üstlendi.
Hollywod, kendilerine nasıl film sunulursa sunulsun, insanların gidip gördüğü dönem olan l930 ve 1940 ‘lı yıllardan beri düzenli bir biçimde kendine çektiği geniş halk katmanını kaybetti. Bugün seyirci sayısı, Hollywod’un altın çağındakinin en az dörtte birine düştü : l946′ da haftalık izleyici sayısı 80 milyon iken, l97l de ancak l7,5 milyon oldu.
Bu düşüş , l960′lı yıllar boyunca üretim alanında da benzer bir düşüşe yol açtı : “Major companies”, l930 ve l940′lı yıllarda finanse ettikleri yaklaşık 500 ila 700 uzun metrajlı filmin ancak yarısını ürettiler. Endüstri bir noktada yoğunlaştı : “Biz az üretiyoruz ama en iyisini üretiyoruz” diye güvence verdi. “Filmler hiç bu kadar iyi olmamıştı” diye haykıran bir slogan ortaya atıldı. Ve filmlerin görsel değerine, uzunluğuna ya da üstün yapımlara (Cleopatra, The Alamo, Lawrence of Arabia) daha fazla önem verildi.
A. BAĞIMSIZLARIN DEVRİMİ
Bu on yıl boyunca, büyük stüdyoların üretim sistemi tarafından sürdürülmüş formüllerin alışılmış tutumuyla bağları koparmak için tek tük girişimler oldu. Tam da 1960′larda”bağımsızların devrimi” çevresinde büyük bir patırtı koparılmaya balandı. Bu sırada, büyük stüdyoların kendi senaryo, vedet ve yönetmenler “paketi”ni oluşturmak ve filmlerini sistem dışında yapmak için özel girişimcilerden ya da bankalardan fonlar elde etmek isteyen yapımcılar ortaya çıktı. Bir miktar ilginç film bu şekilde çevrildi (Irvin Kerschner’in Stake out on Dope Street‘i, Denis ve Terry Sander’ın Crime and Punishment‘ı Cssavetes’in Shadows‘u ve MacKenzie’nin The Exile‘i) fakat devrim aşağıdaki nedenlerden dolayı derhal yitip gitti : “Bağımsızlar” kendi filmlerini başarıyla da yapmış olsalar, dağıtım sorunundan dolayı kaçınılmaz olarak büyük stüdyolara bağımlıydılar.
Kaliforniya platolarının dışında küçük bir gezinti yapmayı deneyen yönetmenler, ya güzel bir birliktelikle bundan vazgeçtiler ya da Hollywood makinası tarafından eritildiler.Bir eleştirmen şu yorumu yaptı : “Yeni dalga çarçabuk denizin çalkantısına kapıldı. “
l960′lı yıllar boyunca, Hollywood’da deneye az yer verildi. Çok basit, çünkü artık, stüdyolar orijinalliklere kalkışacak durumda değildi, bu durum altın yıllarda mümkündü. Öte yandan ikilem büyüktü çünkü eski reçeteler daha uzun süre uygulanabilir görünmüyordu. İnsanlar hep daha vefasız oluyor ve ne yapacakları da daha bilinmez hale geliyordu. Hollywood bu kadar çok öne çıkardığı görevini yerine getirmekte büyüyen zorluklarla karşı karşıya kalıyordu : Bu da,”halka sadece istediğini vermekti”, çünkü bu halkın gerçekten ne istediğini tam olarak belirlemek gederek daha zor hale geliyordu.
Büyüyen bu korku ve belirsizlik havası kuşkusuz,”big business”li stüdyoların, l960′lı yılların sonuna doğru “fiyat kırma” nedenlerinden biri oldu. Box-office gelirlerinin sürüp giden düşüşüne karşın, yine de Hollywood stüdyolarıgayrimenkul değerlerden ve eski filmler üstünden olduğu gibi, oyunlar, kitaplar, müzikal partisyonlardanda aldıklarıtelif haklarından (bunların en yenileri televizyon ve video sayesinde giderek değer kazanmaya başladı)oluşan büyük sermayelerinden dolayıönemli gelir kaynakları olarak görülmeye devam ettilier. Kuşkusuz bu yüzden l960′lı yılların başı ve sonu arasında bir çok stüdyo “Gulf and Western” (Paramount), “Transamerica” (United Artists),” Kinney National” (Warner Bross) ve MCA (Universal) gibi büyük konglomeralar tarafından satın alındı.
B. “SOUND OF MUSIC SENDROMU”
Bu şirketlerin yeni “yöneticileri” ve kilit görevleri yavaş yavaş işgal eden Çalışma Enstitülerinden diploma alanlar halkta ortaya çıkan değişiklikleri anlamaya çalışmak ya da kestirmek için eski açgözlülerden daha fazla önsezi sahibi olmadıklarını derhal gösterdiler. Stüdyoların yeni patronları, vakit geçirmeden eski güzel günlerin eski güzel yöntemlerini yeniden canlandırmaya başladılar : Bir filmin büyük bir box-office başarısı elde etmesini beklemek ve o aman aynı ölçütlere göre bir yenisini üretmek için sabırsızlık göstermek. Bazen bu oyun başarılı oldu (çeşitli James Bond taklitlernde olduğu gibi: Matt Helm, Our Man Flint, The Man From U.N.C.L.E.) Fakat çoğunlukla da bu şansı yakalayamadılar: Çoğunun başına “sound of music sendromu” denilen şey geldi.
İlk gösterim yılından itibaren Sound of Music (XXth Century Foxun iki saat yirmi beş dakikalık, Todd-Ao ve Technicolor tekniğiyle kaydedilmiş,bol antraktlı, gösterişli bir “müzikal”i) bir box-office fenomeni olarak ortaya çıktı. Bu film yüz milyon dolara yakın hasılatıyla sinema tarihinin en çok kar getiren filmidir. “Müzikal ” aşkı endüstriyi sardı ve stüdyoların çoğu milyonlarca dolarlık bütçelerle bu türde çok gösterişli (super- spectaculaire) filmler yapmaya giriştiler : Sweet Charity (8 milyon), Camelot (l5 milyon), Paint Your Wagon (20 milyon) ve Darling Lili (22 milyon) . Hatta Fox, aynı yönetmeni (Robert Wise) ve aynı aktrisi (Julie Andrews) başka büyük bir “müzikal” film olan Star’da yeniden kullanarak kendi başarısını geçmeyi denedi. (Star l4 milyon getirdi).
Ama derhal görüldü ki hiç kimse Sound of Music’in patlamasını yeniden gerçekleştirememişti. Bir iki başarıyı saymazsak (Funny Girl ve Oliver) müzikal üstün yapımlar hep üstün… başarısızlıklar oldular. Aralarından bir çoğu koydukları sermayeyi bile kurtaramadılar. Hemen ardından, Hollywood tarihinin en büyük bunalımını yaşadı. en önemli yedi stüdyodan beşi l969′da ll0 Milyon dolar tutan bir zarar beyan ettiler. Bu, “major”lara yaklaşık 500 Milyon dolar kaybettiren üç yıllık bir bunalımın yalnızca ilkiydi.
C. “EASY RIDER”
Bu bunalım ortamında küçük bütçeli bağımsız bir film, Easy Rider ortaya çıktı.Bu filmin şaşkınlık veren başarısı (hasılatı, koyduğu sermayesini yüz defa aştı) gençliğin oluşturduğu pazarın mali yönden kuşku götürmez gizil olanaklarını ortaya çıkararak Hollywood’da büyük bir fırtına gibi esti.
Aslında Hollywood halkta yıllardan beri yavaş yavaş meydana gelen değişimleri görmekte yavaş kaldı. Savaş sonrasının nüfus patlamasını oluşturan çocuklar (“baby-boom”) büyümüştü ve bundan böyle seyircilerin çoğunluğunu oluşturuyordu. İstatistikler ortaya koydu ki bunların % 75′inin yaşı otuzun, % 60′ının da yirmibeşin altındaydı. Bununla birlikte Holywod’da daima şu erişilmez idealin doğrultusunda filmler üretmek için çaba gösterildi: “Kimseye saldırmamak ve herkesin ilgisini çekmek.” Oysa, televizyonla büyümüş şu çok ünlü “film nesli” küçük ekranda yayılan satandartlaştırılmış besinden bıkmıştı : Artık sinema salonlarında daha coşku verici, kendi zevkine daha uygun bir eğlence arıyordu.
Sinemaya karşı bu yeni ilgi, l960′lı yılların “kültürel devrim”inin özelliklerinden biri oldu. Amerikan toplumunun değerlerinden başlayarak tamamiyle beyaz ve burjuva bir gençliğin bir yabancılaşması olayı olan “kültürel devrim”. Bu açık politik perspektiflerden yoksundu ve egemen sisteme muhalefeti hiç bir öngörü (vision) hiç bir alternatif program içermiyordu. Bu karşı kültürde yer almayı tercih eden bir “devrim” dir: Bu da uyuşturucu ve seks deneyimlerinde bulunmaktan özel bir giyim kuralı benimsemekten ve bazı durumlarda da farklı bir yaşam tarzı seçmekten (komünler, geçim ekonomisi-l’economie de subsistance) ibaretti.
Kapitalizm, değerlerine karşı bu başkaldırının, kendi sistemi için gerçek bir tehlike oluşturmadığını, fakat bu “karşı-kültür”ü paraya çevirmenin ve tüketim ürünleri halinde bunu amerikan gençliğine geri döndürmenin çok kârlı bile olabildiğini keşfetmekte geç kalmadı. Böylece, giyim ve plak endüstrilerinde heyecanlı bir biçimde bu toplumsal olayı kullanan “capitalistes hippies” ortaya çıktı. Film endüstrisine gelince, o da kuyrukta fazla beklemedi. Bir yapımcı “devrim satılabilir mükemmel bir gıda maddesi” diye belirtiyor.
Büyük stüdyolar Easy Rider’ın başarısını yinelemek amacıyla otuza yakın dınaşman kiraladılar ve asi gençlik üstüne film çevirmek için genç yazar ve yönetmenlerle (ki bazıları yirmisinde bile yoktu) anlaşma yaptılar, Bir stüdyo “sorumlusunun” da kabul ettiği gibi” gençlik ve yerleşik toplum” , “gençlik ve baba otoritesi” ve ” kimlik arayışındaki gençlik ” gibi “moda bunalımları” kullanmak sözkonusuydu. Böylece bu temaları işleyen filmlerin ortaya çıktıkları görülüyor (aralarından çoğu ülkenin üniversitelerinde büyük gösteriler düzenliyordu) : The Strawberry Statement, Getting Straight, R.P.M., The Magic Garden Of Stanley Sweetheart, vs.
Fakat, devrimin pazarını yakalamak için girişimlerine ve üniversitedeki öğrenci hareketine uygun politik temalara olan sempatilerine karşın, bu filmler devrimci ve hatta ilerici bile değildi. Tersine, gerici oldukları açık yürekle söylenebilir. Hollywood sinemasıyla aynı stereotip karakterlere ve aynı senaryo kurallarına başvuruyorlardı : Bir çocuk bir kızla tanışıyor bir çocuk bir kızı kaybediyor, bir çocuk bir kızı iğfal ediyor. Bütün “politik analizleri” kampüsün gürültü patırtısının gençliğin atılganlığı ve cinsel yoksunluğundan ileri geldiğini telkin etmekten ibaretti. Gençler gelince, onlar, yaşam deneyimlerini böylesine belli bir biçimde ters yüz eden bu filmleri olumlu karşılamadı ce çoğu ticari başarısızlığa uğradı.
D. ZENCİLER
Asi gençlik üstüne yapılmış filmlere rağbetin sona ermesinden önce bile işte bir başka pazar, olanaklarını ortaya koydu: Zenciler ! Afroamerikanlar l97l’de Zenciler tarafından yapılan iki filmle büyük bir ticari başarı elde ettiler : Sweet Sweetback’s Baadassssss Song ve Super Fly !Bunlar gösterimlerinin ilk üç ayları boyunca yaklaşık on milyonlarca dolar kazandırdılar. Hollywood, duyarsızlaştırılmış kitle seyirciler çağının değiştiğinin ve şimdi ne yapılması gerektiğinin farkına vardı, bu iyi tasvir edilmiş seyircilere göre tasarlanmış filmler yapmaktı.
Bundan sonra, zencilerin cani karikatürleri ve ırkçı stereotipleri ile uzun süre ün yapmış Hollywood, tamamiyle zenci ticari filmler yapmaya başladı. Fakat ABD’nde yaşayan afro-amerikanların durumlarının ciddi bir incelemesine girişeceğine, esas itibariyle, satandartlaştırılmış türlerin zenci versiyonlarını çevirtmekle yetinildi. Zenciler bir de baktılar ki kendilerine zenci dedektifler (Shaft, Black Gun, Slaughter, Hit Man ), zenci vesternler (Buck And The Preacher, The Legand Of Nigger Charley, Black Rodeo, l00 Rifles) zenci polisiye filmleri (Across The l0th Street, Black Caesar, Blackfather ve hatta büyük korku gfilmlerinin zenci versiyonları Blacula ve Blackenstein) sunuluyor. Bu şekilde, Hollywood, stereotiplerin zenci versiyonları aracılığıyla yenilenme içinde bir gençlik banyosu sağlıyor. Tek bir yenilik : Bu kez kahramanlar zencilerden oluşuyordu ve beyazlara soytarı ve kötü rolleri verilmişti.
Bu kızılderililer üstüne yapılan A Man Called Horse, Blue Soldier ve Little Big Man gibi Hollywood’un “yeni” filmler dizileriyle ortaya çıkardığını andırır bir buluştur : Genellikle eski ırkçı streotiplerle bağları koparmak bahanesiyle aşarı bir karşıtlığa gitmekten ve Beyaz Liberallerin suçluluk kompleksini yansıtmaktan başka şey yapmıyorlar.
Zenci film modası henüz geçmemiştir (zenci toplumun sözcüleri tarafından karşılık olarak bir tahrik beklenmesine karşın). Bu moda zenci komedilerden (Five on The Black Hand Side) aşırı solcu, devrimci bir söylem benimseyen filmlere kadar (The Spook Who Sat By The Door) çok çeşitli türlere yayılır.
Doğal olarak, tüm bu düşük nitelikli esin ortamında az sayıda önemli filmler de bulunur. Böyle olmakla birlikte her yıl, hiç biri doğru dürüst olmayan bir kaç yüz film yapmak gerçekten zor olurdu ! Bu zenci filmleri tufanı arasından bazıları Amerika’daki Zenciler’in yaşamını duyarlı ve dürüst anlatmaları nedeniyle iyi bir eleştiri elde ettiler : Örneğin Zenci fotoğrafçı Gordon Parks’ın l920′li yıllarda Midwest’te geçen gençliğinin otobiyografik anlatımı olan The Learning Tree ya da Ossie Davis’in zenci bir ailenin dokunaklı portresini çizdiği Black Girl veya l930′lu yılların Güney’deki zenci ırgatlar üstüne bir film olan Sounder.
E. “YOUTH CULTURE “ÜSTÜNE HOLLYWOOD UYARLAMASI
l960′lı yıllarda “youth culture” üstüne Hollywood uyarlaması belli bir sayıda genç yönetmenin büyük bütçeli ilk filmlerini gerçekleştirmesini sağladı ve bazıları ticariden çok eleştirel başarı elde ettiler. Bob Rafelson’ın Five Easy Pieces filmi çok romanlaştırılmış olmasına karşın işçi sınıfının varoluş tarzında karar kılan fakat sonunda iki ortamda da kendini rahat hissetmeyen imtiyazlı bir ortamdan gelen genç bir adamın (Jack Nichols) kişiliği aracılığıyla amerikan tipi yabancılaşmayı iyi yakalamış bir incelemedir : Mevkiinden düşürülmüş bir entelektüelin tipik ikilemi.
Hollywood’un eski kurtlarından biri (Arthur Penn) tarafından yönetilmiş olmasına karşın Bonny and Clyde bugün çağdaş sinemanın bir çeşit klasiği haline geldi. Gösterime çıkışından itibaren büyük bunalım esnasında iki suçlunun yaşamını anlatan bu film, ekrandaki şiddet filmlerinin etkileri ve etiği üzerine şiddetli bir tarşıtmaya neden oldu. Sanatsal araçlar tarafından sinemanın anlatım gücüne üstü kapalı saygı! Bu belli bir bakış açısına göre l960′lı yıllların en güzel amerikan filmlerinden biridir. Yasadışılığın etiğinin romansı anlatımı anlattığı olay örgüsünde politik iğnelemeler içerir.
Fakat Bonny and Clyde hemen hemen Hollywood’a karşın çevrilmiştir Güncel yapımların en karakteristikleri bazı çevrelerde, Hollywood sinemasının yeni “boy miracle” prototipi olarak şimdiden adı geçen yönetmenliği seçmiş eski eleştirmen bir nevzuhur Peter bogdanovitch’in filmleridir. Büyük bütçeli ilk üç uzun metrajlı filmi (The Last Picture Show, What’s Up Doc? ve Paper Moon) değişik eleştirilerle karşılandı,fakat Hollywood’un hesabını yaptığı şey kalabalıkların ilgisini çekmektir. Bogdanovitch’in başarısının anahtarı kendi istidadı içinde eski tarzlı ve eski pahalı reçeteli hayatı Hollywood’a geri vermektir. Fakat düşüncelerin karınca gibi kaynaşmasına karşın onun filmleri oldukça kof, yönetmenleri ise ustalardan (Hawks, Ford vs.) utanmadan ödünç aldıkları için, stilleri taklit kokuyor. Ticari başarısı, ticaretin gerektirdiği duygusal hilenin uygulamalarını örneğin ağlatan “finaller”in iyi özümlediğini kanıtlıyor sadece.
Bogdanowitch, Hollywood’u düşleyen ve ABD’nin sinema okullarını dolduran bütün gençlerin örneği oldu. Bununla birlikte, o ve akranları (American Graffiti‘nin yönetmeni George Lukas, Dillinger‘ın yönetmeni John Millius, MeanStreets‘in yönetmeni Martin Scorcese) Hollywood geleneğiyle bağları koparmayı düşünmeden onu sürdürmekten başka bir şey istemiyorlar ve sonuçta oyunun kurallarını eğemenlikleri altına almaya çabalıyorlar sadece. Yeni yönetmenler kuşağı big business dünyasında konformist olmayan öngörülere yer olmadığını çok açık biçimde biliyorlar.
Bu yüzden öğrenci hareketi, ” black power” ve “kültürel devrim”gibi politik temalarla yakın ilişkilere karşın tüm yeni olan şeylerle para kazanmayı amaç edinen Hollywood’un alışılmış politikasını uygulamasından başka bir şeyi bütün bunların içinde görmek saflık olurdu. Hollywood “yeni dalga”sı üstüne bütün gevezeliğin kaynağında onun varolduğunu herkese duyurmak için insanların (stüdyoların reklamcıları ve medya görevlileri) parayla tutulduğu olgusu dolambaçsız olarak bulunur! Yeni filmlerin hiç biri yeni yönetmenlerin hiç biri bu hareketin ya da bu isme yaraşır bir okulun üyesi değildi. Bunlarda ve yapıtlarında bulduğumuz tek yenilik ya doldurma süslere (fioritures) ya da stilistik hilelere başvurma yahutta geleneksel melodramatik temaların yeni bir soslu düzenlemesidir (Michael Crichten’ın Westworld’u).
F. HOLLYWOOD DEĞİŞMEDİ
Hayır Hollywood değişmedi. Bu son yılların en büyük ticari başarılarının listesinin de gösterdiği gibi (Butch Cassidy and The Kid, Love Story ,The Poseidon Adventure, Airport) Hollywood, gelişmesini kaçış ürünleri yapma üstüne kurmaya devam ediyor. Kaygılarını ve yoksunluklarını kendisine unutturan bu oyalama girişmilerinden çalışma dünyası toplumun doyumsuz bıraktığı gereksinimlere sahte telafiler buluyor. “Rüya fabrikası” devam etmesine yardım ettiği toplum bizzat kökünden yeniden yapılanmadıkça çalışmasını sürdürecektir.
G. “UNDERGROUND” SİNEMA
“Underground” sinema hollywood’da hemen hemen belli belirsiz hep vardı, fakat birleşmiş bir hareket görünümüne bürünmesi sadece l960′lı yılların başlarında olmuştur. Film Cultur’ın (sinemasal avangard’ı destekleyen dergi ) bir “new american cinema”nın gelişimini bildirmeye başlaması bu dönemde olmuştur : Manifestolar yayınlandı, toplantılar düzenlendi ve tema açısından olduğu kadar estetik açıdan da Hollywood’a muhalif bir amerikan sinemasının oluşturulmasını sağlamasını gerektiren hükümleri toparlamak için gruplar oluşturuldu.
l960′lı yıllar boyunca az -çok az- sayıda ilginç filmeler yapıldı ! Film Culture ya da “underground” filmler göstermek amacıyla bir sinematek kuruldu ve bir dağıtım kooperatifi oluşturuldu. Fakat bütün güzel sözlere karşın, on yılın sonunda “new american cinema” Hollywood’u yıkıma götürmekte pek de aceleci davranmayan kitleler tarafından itibar görmedi. En yüksek aşamasına New York ve diğer bir kaç büyü şehirde gösterilmiş olan Andy Warhol’un (Trash-Heat) bir kaç filminin ünlenmesiyle ulaştı. Belirgin olmayan ideolojisi, bünyesinde biçimcilerin nombrilistlerin (kendisini dünyanın merkezi sananlar Ç.N.) ve kaçıkların (farfelus) oluşturduğu tuhaf bir küçük burjuva boheminin varlığı ve yanlarında eleştirmen olmayan jurnalci bir grubun bulunması nedeniyle bugün can çekişmektedir.
H. MİLİTAN SİNEMA
Deneysel avangard sinemanın gerilemeye başladığı esnada, o zamana denk düşen (komünist partiye bağlı olan önceki on yılların “eski sol”una muhalif) “yeni” bir amerikan “sol”unun gelişimiyle eş zamanlı politik olarak taraflı yeni bir sinema ortaya çıktı. l960′larda, Güney’dek medeni hukuk lehine yapılan mücadeleler ve Kuzey-Doğu’da örgütlenmek için zenci toplumunun çabaları, bir kaç filme neden oldu. Aynı şekilde Amerikan kara ordusundan ilk birliklerin Vietnam’a gönderilmesinden sonra anti militarist filmlerin çoğaldığı görülür. Hatta dünyada politik sinemanın ortaya çıkması için l968 yılı belirleyici olduğu halde l967, bu açıdan ABD’nde belki de en karakteristik yıl oldu. Gerçekten de niyetleri politik bir silah olarak filmden yararlanmak olan iki üretim dağıtım grubu kuruldu o zaman.
l. “American Documentary Film” (A.D.F.), kâr amacı gütmeden bir eğitim organizasyonunun kurulmasına girişti ve objektif olarak, amerikan toplumunun bunalımları üstüne kamuoyu oluşturmaya ya da kamuoyuna bilgi vermeye yönelik filmlerin üretim ve dağıtımı için bağımsız bir kuruluşun yaratılmasıyla kendini görevlendirdi. A.D.F. savaş karşıtı hareketle ilgili grubun gerçekleştirdiği bir uzun metrajlı film olan Sons adn Daughters‘ı dağıtmakla işe başladı, daha sonra bir kaç yılda, Vietnam savaşından kadınların özgürlük hareketlerine, çalışma yaşamında ilişkilerin düzenlenmesinden üçüncü dünyadaki mücadelelere kadar politik içerikli geniş bir film kataloğu oluşturdu.
Fakat l972 ilkbaharında birinci New York Küba Filmleri Festivalini düzenlemek için yapılan bir girişim felakete dönüştü : Amerikan Hazine Bakanlığı filmlere el koydu ve “düşman ülke” olarak görülen Küba ile ticaret yapmanın “yasağa tecavüz” olması nedeniyle festivali yasakladı. A.D.F. bu gösterinin başarısız olması yüzünden ağır bir mali kayba uğradı. Ansızın baş gösteren bir başka sorun ve yüzünden l972′nin sonbaharında etkinliklerine ara vermek zorunda kaldı. (Bir kaç yıllık) kısa varlığı esnasında A.D.F. politik filmlerin ABD’nde tecari olmayan bir dağıtım ağını oluşturmaya yardımeden önemli bir çalışma gerçekleştirdi. Yeni filmler bile yapmıştı : The Pentagon Papers and American Democracy (bu film grubun iflasından hemen önce yapılmıştı). Bir çoğu şimdi başka bir dağıtımcının elinde bulunmaktadır.
2. Aynı zamanda l967′ de “Newsreel” grubu kuruldu : Belgesel alanında medyaların görmezden geldiği politik olaylar üstüne uzmanlaşmış aşırı sol bir sinema birliği. Vietnam savaşı o zaman onun en yüksek noktasına ulaşmasına yardım etti : Bu yüzden bir çok “Newsreel” filmi bu çatışmaya karşı içerde yapılan gösterilerin çoşkusuyla ve askere gitmeyi reddetme ile firarlarla da ilgilenmiştir. Başlangıçta New York’ta yerleşmiş olan”Newsreel” derhal San Fransisco’da, Los Angeles’ta, Detroit’te ve diğer amerikan kentlerinde şubeler açtı.
Gelir kaynaklarının süregiden gösterişsizliğine karşın Newsreel, yıllar boyunca düzenli olarak filmler üretti : Örneğin l968 ilkbaharında New York’ta bir üniversitenin öğrencilerinin grevini ve binanın işgalini anlatan Columnia Revolt; metro tipi ulaşım sisteminin politik ve ekonomik bir analizi The Wreck Of The New York Subway; amerikan kadınlarının bilincini etkileyen değişimleri sergileyen bir röportaj filmi The Women’s Film ; New York’lu Portoricolular üstüne bir röportaj The People Arise; Attica hapishanesindeki isyanla ilgili Teach Our Children; ve nihayet filistinlilerin mücadelesi üstüne Revelution Until Victory.
Newsreel’in mevcudiyetinin başlangıcında, üyeleri, yönetmen olduklarından da daha çok, politik organizatörler olarak gözönüne alındılar. Tartışmalar yaratmak için projeksiyonu sıksık kullandılar. A.D.F.’nin filmleri solun politik durumunun geniş bir yelpazesini (reformistlerden ihtilalcilere kadar) temsil ettikleri halde Newsreelinkiler çok tutarlı bir biçimde aşırı sol antikapitalist ve anti emperyalist bir çizgide bulunuyordu. Bugün ABD’ndeki Newsreel gruplarının çoğu birbirlerini marksizm-leninizmin varyantı olarak gösteriyorlar.
3. Bununla birlikte bir kaç karakteristik film de A.D.F. ve Newsreel gibi organizasyonların dışında çevrildi. Devrimci Zenci İşçiler Birliği’nin işbirliğiyle Newsreel’e ait küçük bir yönetmenler grubu tarafından l969′da Detroit’te gerçekleştirilmiş Finally Got The News filmi, Detroit ve bölgesindeki fabrikalarda zenci işçileri örgütlemeye çalışan Birlik’in çalışmasında tamamlayıcı öğe olarak yararlanmak amacıyla tasarlanmıştır. Bu, zenci işçiler tarafından ve onlar için yapılmış tek filmdir ve politik örgütlenme için sinemanın silah olarak kullanılabildiğinin güzel bir örneğidir.
Winter Soldier belki de amerikan politik filmlerinin en tanınmışlarından biridir, zira diğerlerinden farklı olarak Cannes festivali de dahil sık sık dışarda gösterilmişti. Gaziler tarafından Vietnam’da işlenmiş suçlarla ilgili tanıklıkların belgesel bir kaydıdır. Özellikle çok büyük duygusal bir güç içeren bir kaç bölümüyle önemlidir. Dışarda çok tanınmış diğer film de dramatik bir kurguyla oluşturulan politik uzun metrajlı filmlerin ender örneklerinden biridir : Ice . Newsreel’de yetişmiş bir yönetmen olan Robert Kramer tarafından çevrilmiş Ice, politik açıdan olsun sanatsal açıdan olsun tam bir felakettir ! Teknik ve dramatik olarak düzensizdir -dağınık biçimsiz can sıkıcı ve hatta karışık- ve politik olarak Amerika’daki devrime seçkinci ve terorist bir yaklaşımı benimsiyor. Film yönünü, eskiden amerikan yeni solunda baskın gelen politik düşüncenin aşırı solcu, maceracı ve “Weathermen” stilinin bilinçsiz ama yine de son derece tam bir yansımasından alıyor.
4. Ne denli devrimci ya da reformist olurlarsa olsunlar, politik filmler giderek daha çok sayıda yapılmaya devam ediyor. Amerikan bağımsız sinemasının militan akımı henüz hazırlık içerisindedir ve en iyi, en karakteristik filmlerin henüz gelmekte olduğuna güvenilebilir. Örneğin ABD’ndeki kadın hareketi üstüne büyük filmler maden işçileri sendikasının geçmişteki ve günümüzdeki mücadeleleri üstüne bir film, savaş gazilerinin “Post -Vietnam Syndrome”u üstüne bir film, Attica (1) hapishanesindeki isyan üstüne uzun metraj biçiminde bir bilanço, oto yedek parça fabrikalarında “vahşi” olarak nitelenen grevler üstüne bir başkası vs… hazırlanıyor. Öte yandan , A.D.F. nin etkinliğinin durmasına karşın “Revolutionary Film Committee”, “Long March”, “New Day Films”, “Tricontinental Film Center”, “Cine-Manifest”, “New World Film Co-op”, “Films For Social Change” vs… gibi yeni üretim ve dağıtım grupları ortaya çıkmaya devam ediyor.
Eleştirmenler bu hareketin bir “new american cinema” oluşturup olupturmadığını anlamak için sorunu tartışabilirler, fakat kesin olan bir şey var ki bu yeni bir Amerika için mücadele eden bir sinemadır.
Rus Sineması
Sinema 20. yüzyıla damgasını vurmuş en önemli olaylardan biridir.Gelişimi birkaç yüzyıla dayanan ancak 19. yüzyılda fotoğrafın bulunmasıyla hız kazanan, hareketli resimler düşüncesi ,özellikle 1850’lerden sonra yavaş yavaş ortaya çıkmıştır.Çeşitli bilim adamlarının icatlarıyla gelişen bu yeni teknoloji bilindiği üzere, Lumiere Kardeşler ile birlikte günümüzdeki anlamıyla Sinema adını almıştır.
İlk yıllarında özellikle Fransa’da gelişen sinema bir çok yönetmen yetiştirmiştir.Bu dönemde Lumière kardeşlerden başka,Charles Pathé, George Méliès, gibi insanlar sinemanın gelişimine büyük katkıda bulundular.Bu kısa emekleme döneminden sonra Almanya başta olmak üzere çeşitli ülkeler sinemayı benimsediler ancak 1.Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkıcı etki ve artan ekonomik krizler sinemayı da derinden etkiledi.İşte bu dönemde gerçekleşen büyük bir toplumsal hareket olan Rus Devrimi ve orada yaşayan çeşitli yönetmenlerin katkısıyla sinemada bu gün bile kullanılan çeşitli kuramlar ortaya atıldı.Bu dönemle birlikte sinema ilk kez bir sanat olarak görülmeye başlandı.
Devrim sineması,1917 Ekim Devriminden Sonra oluşan ve bir çok açıdan sinemayı etkileyen bir olaydır.Baskıcı çarlık rejimi sırasında yapılan filmler daha çok saray hayatını anlatan toplumsal olaylara değinmeyen filmlerdi.1917 yılında Lenin önderliğinde yapılan Rus Devrimi ile çarlık rejimi yıkılmış yeni bir yönetim biçimi oluşturulmuştur.Her alanda da olduğu gibi sinemada bunda çok etkilenmiştir.
Bu dönemde yapılan filmler ilk yıllarda propaganda amacıyla yapılmış filmlerdi.Bu filmlerin amacı tahmin edilebildiği üzere Ekim Devriminin ideolojisini yaymaktı.Hatta bu dönemde çeşitli yönetmenler devlet desteğini de arkalarını alarak büyük bütçeli görkemli filmler yaptılar.Bu ‘Propaganda Sineması’ adın verdiğimiz bir sinema türünü de başlatmış oldu.İlginçtir ki tamamen farklı ideolojiler olduğu halde 1930 ve 1940’lı yıllarda Nazi Almanyası da bu akıma dahil olacak hatta kimi özelliklerini 1920’li yıllarda çekilen Rus filmlerinden alacaklardır.Bu Propaganda sinemasının insanlar üzerindeki etkisini açıklamak için yeterlidir.
Peki Rus Devrim Sineması Sadece bir Propagandadan mı oluşmaktadır? Elbette ki içerik açısından tüm filmler Ekim Devrimine bağlıydılar.Ancak bunu anlatırken bir çok usta isim sırf katıksız bir propaganda yapmamış sinemanın da gelişimi için kafa yormuşlardır.
Sinemanın gelişimi için çeşitli sinema okulları bu dönemde faaliyete başladı.Burada yetişen yönetmenler Rus Devrim Sinemasına şekil veren yönetmenler oldular.Bu dönemde yetişen büyük usta Sergey Eisenstein şöyle demiştir. ‘genç Sovyet sineması insan ve toplum araştırma,açıklama,giderek gereken yönde dönüştürme çabalarına girmiştir.Düşünce ve inançlarıyla yaratacakları yapıtları,insan yığınlarına en geniş boyutlarıyla götürebilecek sanat dalının sinema olması,devrim içinde devrim yaratıyordu.Genç yaratıcılar,sanat için sanat biçimindeki bir düşünceye katılmak bir yana öyle bir tutuma karşıdırlar’Devlet sinema enstitüsü VGIK;1919 yılında kurulmuştur.İyi bir sinema izleyicisine sahip olan Rusya(veya yeni ismiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)bu açıdan yeni kuramların oluşumu açısında şanslı bir yerdi.Bu nedenle çeşitli gruplar oluşturuldu.Kuleşov’un Deneysel Laboratuarı;Trauberg ve Gerasimov’un Çizgi dışı aktör fabrikası;Dziga Vertov’un sine-göz grupları bunların en önemlileridir.
Dziga Vertov bir çok açıdan çağdaş sinemaya yenilikler getiren kişi olarak bilinir.Onun ortaya attığı sinema gerçek’ veya ‘sinema
göz’ dene yepyeni bir teori sadece Rusya’da değil tüm dünyada geniş yankılar uyandırmıştır.Kendisinin bir kurgucu olması nedeniyle Vertov’un kuramında kurgunun yeri büyüktür.Ondan öncede kurgu adına bir şeyler yapılmasına rağmen ilk kez bunu kuramlaştıran ve filmlerde baskın bir şekilde kullanan odur.Vertov’a göre
Kamera gözdür.Alıcı tamamen nesnel kalmalı,tiyatrodan ve başka sanatlardan sinemaya gelen stüdyo,oyuncu, sahne düzeni,dekor gibi öğeler bir kenara bırakılmalıdır.Sinema Yapıtı,çeşitli nesnel parçaların ölçülüp biçilmesiyle, aralarında bağlantı kurularak,seçme yapılarak,tartım sağlanarak meydana getirilecektiSinema-göz ilk belgesellerin oluşumunda büyük rol oynar.Vertov’un ilk ciddi çalışmaları 1922’de ortaya konmuştur.Bu dönemde Vertov’un yönetiminde,yeni belgesel filmlerle eski haber filmlerini yaratıcı bir biçimde kaynaştıran haftalık haber film dizisi Kino-Pravda’yı (sinema gerçek) başlattı.Vertov filmlerinde yavaşlatılmış çekimler,kamera açıları,büyütülmüş yakın planlar ve kamerayı lokomotif,motosiklet gibi araçlara yerleştirerek çekim yapıyor ve filmlerinin ritmik akışına katkıda bulunan bir teknik olarak,değişen sürelerde dondurulmuş görüntülere yer veriyordu.
‘Sinema- göz alıcı aygıtla,en temiz sinema dili ile yazılmıştır.(...)Artık seyirci,filmi,gözün dilinden sözün diline çevirmek zorunda değildir.Artık söz belgeseli değil,sinema belgeseli vardır.Kaynaşan bir sürü görsel görüntü ,yüzde yüz sinema dili’Vertov özellikle kurguyu sesli sinemaya sokmasıyla önemini daha fazla arttırmıştır.
Vertov bu dönemde oluşturduğu ve Devrim Sinemasına katkıda bulunduğu yapıtları arasında İleri Sovyet(1926),Dünyanın Altında Biri(1926),On Birinci Yıl(1928),Kameralı Adam(1929),Donbas Senfonisi(1931) ve Lenin Üzerine Üç Şarkı(1934) sayılabilir.Bunların içinde Kameralı Adam en önemli eseri olarak görülmektedir.‘sinemayı,nefret edip reddettikleri tiyatro ve edebiyatın karşıtı kabul eden’ Trauberg ve Gerasimov’un Çizgi dışı aktör fabrikası(FEKS) oyuncuları ve her türlü montajı ön plana çıkarmışlardır.
Lev Kuleşov’un kurduğu Deneysel Laboratuvar,sinemacılara montajın umulmayan sonuçlarını ve sinemacının yaratıcı rolünü kanıtlar ‘Yönetici her şeydir oyuncu ise Hiçbir şey’ Kuleşov’un savunduğu görüştürKuleşov,kuramını açıklayan ünlü bir deneyde,bir oyuncunun yakın plan ifadesiz yüzünü kullanmış,bu görüntü bir tabak çorba görüntüsünden sonra gösterildiğinde izleyicide oyuncunun aç olduğu,bir cenaze görüntüsünden sonra verildiğinde ise admın yaslı olduğu izlenimi yaratmıştır. İki durumda da izleyicinin oyuncuya yakıştırdığı duygu,görüntülerin sıralanışıyla verilmiştir.Kuşkusuz bu tarz deneyler ile kurgunun önemi bir kez daha vurgulanmaktadır.
Kuleşov tartışmasız çağımızn en önemli sinema adamlarından biridir.En önemli yapıtları Mühendis Prayt’ın Projesi(1917),Kızıl çephede(1920),bir Jack London uyarlaması olan Yasaya göre(1926) sayılabilir.Görüldüğü gibi bu dönemde çeşitli sinema anlatım biçimleri oluşturulmuştur. Tüm bunlar o yıllarda tam olarak anlaşılmamışta olsa ilerleyen yıllarda değeri anlaşılmış hatta çağdaş sinemanın temellerini oluşturmuştur.İlk dönem Devrim sinemacıları devletten destek almış ve eserlerinde toplumsal sorunları ele almışlardır.Onlardan sonra yetişen genç Rus Sinemacılar bu akımları iyi öğrenip Sinemanın ilk Şaheserlerini oluşturmuşlardır.Rus Devrim Sinemasını Doruklara taşıyan isim şüphesiz Sergey M. EISENSTEIN dır. Eisenstein kendisinden önce gelen sinema kuramcılarına büyük önem vermiştir.1917 Ekim Devriminden sonra çizgi yeteneği sayesinde Kızıl Ordu Propaganda bölümünde görevlendirildi.Makyajcılık,afişçil ik,tiyatro dekoratörlülüğü ve oyunculuk yapmıştır.İşte tüm bu yaşadıkları ona ilerde çok yardımcı olacaktır.Eisenstein sinema anlayışını şu cümlelerle açıklamıştır: ‘Hareketin mantıksal açıklamalarla anlatılması yoluyla olayları durağan bir biçimde yansıtmak yerine,çarpıcı kurgu adını verdiği yeni bir biçim öneriyordu.Bu yöntem,olaydan bağımsız,gelişi güzel seçilmiş görüntülerin,zaman sırası gözetilmeden,en güçlü psikolojik etki sağlamak üzere kullanılmasına dayanıyordu.Böylece filmi yapan kişi iletmek istediği düşünceyi izleyicilerin bilincinde oluşturmayı amaçlamalı ve onları,bu düşünceyi doğuracak ruhsal duruma sokmaya çalışmalıydı’Letonya’nın Riga kentinde doğan Eisenstein(1898-1948)Fransızca,Almanca ve ingilizce öğrenmiştir.Bu ona dünya edebiyatına kolaylıkla hakim olma avantajı tanımıştır.1924 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi ‘Grev’ onun kendisini sürekli olarak sinemaya atılmasına yardımcı oldu. Eisenstein,çok başarılı film yönetmenliğinin yanındakurgu,ses ve görüntü alanında sinemaya önemli yenilikler getirmiştir.Filmlerinde sürekli bir hareketlilik vardır.Filmlerinin senaryolarını kendisi yapmış ayrıca her planın desenlerini çizer,tasarımını yapardı.
Eisenstein oluşturduğu kuamlarını daha sonraki yıllarda yazılı hale getirdi.İlk kez ABD ve İngiltere’de yayımlanan Film Duyumu,Film Biçimi ve SSCB’de Rusça yayımlanan Bir Sinemacının Düşünceleri ve Sinema Dersleri adlı eserler oluşturmuştur.Yayınlanan bu eserler ilerki yıllarda birçok sinema okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.Birtçok yönetmen Eisenstein’ın ortaya attığı bu kuramların etkisinde kalmıştır.
İlk yıllarında özellikle Fransa’da gelişen sinema bir çok yönetmen yetiştirmiştir.Bu dönemde Lumière kardeşlerden başka,Charles Pathé, George Méliès, gibi insanlar sinemanın gelişimine büyük katkıda bulundular.Bu kısa emekleme döneminden sonra Almanya başta olmak üzere çeşitli ülkeler sinemayı benimsediler ancak 1.Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkıcı etki ve artan ekonomik krizler sinemayı da derinden etkiledi.İşte bu dönemde gerçekleşen büyük bir toplumsal hareket olan Rus Devrimi ve orada yaşayan çeşitli yönetmenlerin katkısıyla sinemada bu gün bile kullanılan çeşitli kuramlar ortaya atıldı.Bu dönemle birlikte sinema ilk kez bir sanat olarak görülmeye başlandı.
Devrim sineması,1917 Ekim Devriminden Sonra oluşan ve bir çok açıdan sinemayı etkileyen bir olaydır.Baskıcı çarlık rejimi sırasında yapılan filmler daha çok saray hayatını anlatan toplumsal olaylara değinmeyen filmlerdi.1917 yılında Lenin önderliğinde yapılan Rus Devrimi ile çarlık rejimi yıkılmış yeni bir yönetim biçimi oluşturulmuştur.Her alanda da olduğu gibi sinemada bunda çok etkilenmiştir.
Bu dönemde yapılan filmler ilk yıllarda propaganda amacıyla yapılmış filmlerdi.Bu filmlerin amacı tahmin edilebildiği üzere Ekim Devriminin ideolojisini yaymaktı.Hatta bu dönemde çeşitli yönetmenler devlet desteğini de arkalarını alarak büyük bütçeli görkemli filmler yaptılar.Bu ‘Propaganda Sineması’ adın verdiğimiz bir sinema türünü de başlatmış oldu.İlginçtir ki tamamen farklı ideolojiler olduğu halde 1930 ve 1940’lı yıllarda Nazi Almanyası da bu akıma dahil olacak hatta kimi özelliklerini 1920’li yıllarda çekilen Rus filmlerinden alacaklardır.Bu Propaganda sinemasının insanlar üzerindeki etkisini açıklamak için yeterlidir.
Peki Rus Devrim Sineması Sadece bir Propagandadan mı oluşmaktadır? Elbette ki içerik açısından tüm filmler Ekim Devrimine bağlıydılar.Ancak bunu anlatırken bir çok usta isim sırf katıksız bir propaganda yapmamış sinemanın da gelişimi için kafa yormuşlardır.
Sinemanın gelişimi için çeşitli sinema okulları bu dönemde faaliyete başladı.Burada yetişen yönetmenler Rus Devrim Sinemasına şekil veren yönetmenler oldular.Bu dönemde yetişen büyük usta Sergey Eisenstein şöyle demiştir. ‘genç Sovyet sineması insan ve toplum araştırma,açıklama,giderek gereken yönde dönüştürme çabalarına girmiştir.Düşünce ve inançlarıyla yaratacakları yapıtları,insan yığınlarına en geniş boyutlarıyla götürebilecek sanat dalının sinema olması,devrim içinde devrim yaratıyordu.Genç yaratıcılar,sanat için sanat biçimindeki bir düşünceye katılmak bir yana öyle bir tutuma karşıdırlar’Devlet sinema enstitüsü VGIK;1919 yılında kurulmuştur.İyi bir sinema izleyicisine sahip olan Rusya(veya yeni ismiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)bu açıdan yeni kuramların oluşumu açısında şanslı bir yerdi.Bu nedenle çeşitli gruplar oluşturuldu.Kuleşov’un Deneysel Laboratuarı;Trauberg ve Gerasimov’un Çizgi dışı aktör fabrikası;Dziga Vertov’un sine-göz grupları bunların en önemlileridir.
Dziga Vertov bir çok açıdan çağdaş sinemaya yenilikler getiren kişi olarak bilinir.Onun ortaya attığı sinema gerçek’ veya ‘sinema
Kamera gözdür.Alıcı tamamen nesnel kalmalı,tiyatrodan ve başka sanatlardan sinemaya gelen stüdyo,oyuncu, sahne düzeni,dekor gibi öğeler bir kenara bırakılmalıdır.Sinema Yapıtı,çeşitli nesnel parçaların ölçülüp biçilmesiyle, aralarında bağlantı kurularak,seçme yapılarak,tartım sağlanarak meydana getirilecektiSinema-göz ilk belgesellerin oluşumunda büyük rol oynar.Vertov’un ilk ciddi çalışmaları 1922’de ortaya konmuştur.Bu dönemde Vertov’un yönetiminde,yeni belgesel filmlerle eski haber filmlerini yaratıcı bir biçimde kaynaştıran haftalık haber film dizisi Kino-Pravda’yı (sinema gerçek) başlattı.Vertov filmlerinde yavaşlatılmış çekimler,kamera açıları,büyütülmüş yakın planlar ve kamerayı lokomotif,motosiklet gibi araçlara yerleştirerek çekim yapıyor ve filmlerinin ritmik akışına katkıda bulunan bir teknik olarak,değişen sürelerde dondurulmuş görüntülere yer veriyordu.
‘Sinema- göz alıcı aygıtla,en temiz sinema dili ile yazılmıştır.(...)Artık seyirci,filmi,gözün dilinden sözün diline çevirmek zorunda değildir.Artık söz belgeseli değil,sinema belgeseli vardır.Kaynaşan bir sürü görsel görüntü ,yüzde yüz sinema dili’Vertov özellikle kurguyu sesli sinemaya sokmasıyla önemini daha fazla arttırmıştır.
Vertov bu dönemde oluşturduğu ve Devrim Sinemasına katkıda bulunduğu yapıtları arasında İleri Sovyet(1926),Dünyanın Altında Biri(1926),On Birinci Yıl(1928),Kameralı Adam(1929),Donbas Senfonisi(1931) ve Lenin Üzerine Üç Şarkı(1934) sayılabilir.Bunların içinde Kameralı Adam en önemli eseri olarak görülmektedir.‘sinemayı,nefret edip reddettikleri tiyatro ve edebiyatın karşıtı kabul eden’ Trauberg ve Gerasimov’un Çizgi dışı aktör fabrikası(FEKS) oyuncuları ve her türlü montajı ön plana çıkarmışlardır.
Lev Kuleşov’un kurduğu Deneysel Laboratuvar,sinemacılara montajın umulmayan sonuçlarını ve sinemacının yaratıcı rolünü kanıtlar ‘Yönetici her şeydir oyuncu ise Hiçbir şey’ Kuleşov’un savunduğu görüştürKuleşov,kuramını açıklayan ünlü bir deneyde,bir oyuncunun yakın plan ifadesiz yüzünü kullanmış,bu görüntü bir tabak çorba görüntüsünden sonra gösterildiğinde izleyicide oyuncunun aç olduğu,bir cenaze görüntüsünden sonra verildiğinde ise admın yaslı olduğu izlenimi yaratmıştır. İki durumda da izleyicinin oyuncuya yakıştırdığı duygu,görüntülerin sıralanışıyla verilmiştir.Kuşkusuz bu tarz deneyler ile kurgunun önemi bir kez daha vurgulanmaktadır.
Kuleşov tartışmasız çağımızn en önemli sinema adamlarından biridir.En önemli yapıtları Mühendis Prayt’ın Projesi(1917),Kızıl çephede(1920),bir Jack London uyarlaması olan Yasaya göre(1926) sayılabilir.Görüldüğü gibi bu dönemde çeşitli sinema anlatım biçimleri oluşturulmuştur. Tüm bunlar o yıllarda tam olarak anlaşılmamışta olsa ilerleyen yıllarda değeri anlaşılmış hatta çağdaş sinemanın temellerini oluşturmuştur.İlk dönem Devrim sinemacıları devletten destek almış ve eserlerinde toplumsal sorunları ele almışlardır.Onlardan sonra yetişen genç Rus Sinemacılar bu akımları iyi öğrenip Sinemanın ilk Şaheserlerini oluşturmuşlardır.Rus Devrim Sinemasını Doruklara taşıyan isim şüphesiz Sergey M. EISENSTEIN dır. Eisenstein kendisinden önce gelen sinema kuramcılarına büyük önem vermiştir.1917 Ekim Devriminden sonra çizgi yeteneği sayesinde Kızıl Ordu Propaganda bölümünde görevlendirildi.Makyajcılık,afişçil ik,tiyatro dekoratörlülüğü ve oyunculuk yapmıştır.İşte tüm bu yaşadıkları ona ilerde çok yardımcı olacaktır.Eisenstein sinema anlayışını şu cümlelerle açıklamıştır: ‘Hareketin mantıksal açıklamalarla anlatılması yoluyla olayları durağan bir biçimde yansıtmak yerine,çarpıcı kurgu adını verdiği yeni bir biçim öneriyordu.Bu yöntem,olaydan bağımsız,gelişi güzel seçilmiş görüntülerin,zaman sırası gözetilmeden,en güçlü psikolojik etki sağlamak üzere kullanılmasına dayanıyordu.Böylece filmi yapan kişi iletmek istediği düşünceyi izleyicilerin bilincinde oluşturmayı amaçlamalı ve onları,bu düşünceyi doğuracak ruhsal duruma sokmaya çalışmalıydı’Letonya’nın Riga kentinde doğan Eisenstein(1898-1948)Fransızca,Almanca ve ingilizce öğrenmiştir.Bu ona dünya edebiyatına kolaylıkla hakim olma avantajı tanımıştır.1924 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi ‘Grev’ onun kendisini sürekli olarak sinemaya atılmasına yardımcı oldu. Eisenstein,çok başarılı film yönetmenliğinin yanındakurgu,ses ve görüntü alanında sinemaya önemli yenilikler getirmiştir.Filmlerinde sürekli bir hareketlilik vardır.Filmlerinin senaryolarını kendisi yapmış ayrıca her planın desenlerini çizer,tasarımını yapardı.
Eisenstein oluşturduğu kuamlarını daha sonraki yıllarda yazılı hale getirdi.İlk kez ABD ve İngiltere’de yayımlanan Film Duyumu,Film Biçimi ve SSCB’de Rusça yayımlanan Bir Sinemacının Düşünceleri ve Sinema Dersleri adlı eserler oluşturmuştur.Yayınlanan bu eserler ilerki yıllarda birçok sinema okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.Birtçok yönetmen Eisenstein’ın ortaya attığı bu kuramların etkisinde kalmıştır.
Yeni Zelanda Sineması
(İKİ ÖNEMLİ YÖNEYMENİ) Jane Campion (30 Nisan 1954 Wellington, Yeni Zelanda) Oscar ödülü sahibi film yönetmeni ve senaristi.The Piano filmi ile En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü'nü almış ve En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne aday gösterilmiştir. Lina Wertmüller ve Sofia Coppola ile birlikte bu ödüle aday gösterilen üç kadından biridir. The Piano ile Cannes Film Festivali'nde en iyi filme verilen Altın Palmiye'yi almıştır. 2007 Venedik Film Festivali jüri üyelerinden biridir. Filmografi Sweetie (1989) An Angel at My Table (1990) (Janet Frame'in otobiyografisinden uyarlanmıştır.) The Piano (1993) The Portrait of a Lady (1996) (Henry James'in romanından uyarlanmıştır.) Holy Smoke! (1999) In the Cut (2003) (Susanna Moore'un romanından uyarlanmıştır.) Bright Star (2008) --------------------------------------------------------------------------------Peter Robert Jackson, (d. 31 Ekim 1961) üç kere Akademi Ödülü kazanmış Yeni Zelandalı film yapımcısı, senaristi ve yönetmeni. Okuldan ayrıldıktan sonra gazetede çalışmaya başlayan Jackson, anne ve babasından borç para olarak bir 16 mm kamera satın aldı ve ardından arkadaşlarıyla Bad Taste (1987) isimli bir film çekti. Bu filmin aldığı olumlu yorumlardan sonra Meet the Feebles (1989) isimli bir film çekti. Ancak Meet the Feebles adlı film, Bad Taste kadar başarılı olamadı. 1992 yılında Jackson'ın yönetmenliğini yaptığı Braindead isimli film gösterime girdi. 1993 yılında Weta Digital isimli şirketi kurdu. 1996 yılında yaşanmış bir olaydan yola çıkarak çektiği Cennet Yaratıkları gösterime girdi. Bu film ile Venedik Film Festivali'nde ödül aldı. Bu filmin ardından Forgotten Silver isimli bir yarı-belgesel film yönetti. Robert Zemeckis'in yardımıyla kendisinin ilk büyük bütçeli Hollywood filmi olan Sevimli Hayaletler'i (1996) yönetti. Ancak film finansal açıdan başarısız oldu. Jackson, J. R. R. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi adlı romanlarını filme uyarladı. Üçlemenin ilk filmi Yüzük Kardeşliği 2001 yılında gösterime girdi. Jackson, bu filmdeki çalışmasıyla üç dalda (En İyi Film, Yönetmen, Uyarlama Senaryo) Akademi Ödülü'ne aday oldu. Serinin ikinci filmi olan İki Kule 2002 yılında gösterime girdi. 2003 yılında gösterime giren üçüncü film Kralın Dönüşü, Jackson'a En İyi Film, Yönetmen, Uyarlama Senaryo dallarında Akademi Ödülü getirdi. Jackson, Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi'nin ardından 1933 yapımı filmin yeniden çevrimi olan King Kong'u (2005) yönetti. Jackson, bu film için ilk girişimini 1996 yılında yapmış, ancak bu girişimi başarısızlık ile sonuçlanmıştı. Jackson'ın Alice Sebold'un çok satan kitabından uyarladığı Cennetimden Bakarken adlı filmin 11 Aralık 2009 tarihinde gösterime gireceği açıklandı. Jackson, 1987 yılında Fran Walsh ile evlendi. Jackson'ın oğlu Billy Jackson 1995 yılında, kızı Katie Jackson 1996 yılında doğdu.
Avustralya Sineması
Avustralya sineması soylu bir geçmişe sahiptir. 1970 ve 80'lerin Rönesanssına kadar Avustralyalılar etkileyici ama birbirinin aynı bir çok belgeseller üretmekteydiler. Avustralya Film Komisyonu, daha çok diğer ülkelerdeki sinema endüstrisine karşı destek olabilmek amacıyla, 1972'den beri sinema yapımcılarına mali destek vermektedir. Picnic at Hanging Rock, Morant, Gallipoli ve My Brilliant Career gibi yapımlar sadece iyi filmler olmakla kalmayıp Avustralya insanı ve karakteri üzerine birer yorum olma özelliğini de taşırlar. İngilizce'niz bu filmleri alt yazısız anlayacak kadar iyiyse seyretmenizde fayda vardır. Yeni sinemacılar da Priscilla Queen of the Desert, Muriel's Wedding ve Strictly Balroom gibi çok iyi filmlerle ciddi çalıştıklarını kanıtlamaktadırlar. Avustralyalı Baz Luhrman sadece başarılı filmler değil ( Romeo ve Jülyet'in yönetmeni) Everbody's Free gibi vurucu ve deneysel çalışmalara da imza atan örnek bir sinemacıdır.
Normal bir sinema bileti 12$'dır ama Pazartesi ve Salı akşamları matineler yarı yarıya indirimlidir.biletinizi önceden ayırtabilirsiniz ve öğrencilere indirimler vardır. Sigara içmek yasaktır.
Sansür sınıfları şunlardır : G (Herkese uygun), PG ( Aile Gözetimi Altında, 8 yaştan küçük çoçuklara tavsiye edilmez ), M15+ (15 yaşından büyüklere tavsiye edilir) ve R (18 yaş altı izleyemez).
Normal bir sinema bileti 12$'dır ama Pazartesi ve Salı akşamları matineler yarı yarıya indirimlidir.biletinizi önceden ayırtabilirsiniz ve öğrencilere indirimler vardır. Sigara içmek yasaktır.
Sansür sınıfları şunlardır : G (Herkese uygun), PG ( Aile Gözetimi Altında, 8 yaştan küçük çoçuklara tavsiye edilmez ), M15+ (15 yaşından büyüklere tavsiye edilir) ve R (18 yaş altı izleyemez).
Kasabalardaki sinemalar ne yazık ki teker teker kapanmışlardır. Ama açık hava sinemaları tekrar popülarite kazanmaya başlamıştır. Son zamanlarda Sidney Limanındaki Goat Island 'da bir sinema festivali düzenlenmiş ve Centennial Parktaki açık hava sinemaları daha aktif hale gelmişlerdir.
Avustralyalı film yapimciları ve sanatçıları artık anavatanları ve diğer ülkeler arasında daha sık hareket etmekteler. Peter Weir, Bruce Beresford ve Phillip Noyce gibi yönetmenler ve Nicole Kidman, Geoffrey Rush ve Cate Blanchett gibi oyuncular, kendileri için uluslararası bir kariyer çizmis ve daha büyük ve ayrıcalıklı bir grup halıne gelen Avustralyalı sanatçıların arasındaki kalıcı isimlerden sadece bir kaçıdir. Bu, Avustralya'da yasayan Yeni Zellendalı Jane Campion ve 2001 yılında En Iyi Erkek Oyuncu dalında Oskar alan Russel Crowe gibi sanatçılar için de geçerlidir. Campion'un T he Piano (Piyano - 1993) adlı filmi, bir animasyon olan Babe (Bebe - 1995) ve Scott Hicks'in Shine (1196) adlı filmi gibi yerel yapimlar, bu yapimlarda çalışan kişiler adına çeşitli Akademi Ödülleri kazanmıştır. Hükümetin mali desteğiyle 1970'lerin basında yeniden yasama dönmeden önce neredeyse ölmek üzere olan bir film endüstrisi için, bu çok büyük bir başarıdir. Bu yeniden canlanma sürecinin başlangıç döneminde, ilk adini duyuran ülkenin koloni tarihiyle ilgili filmlerdi. Uluslararası seyirci ve eleştirmenler, her biri evrensel konuları isleyen ve The Chant of Jimmie Blacksmith (1978), My Brilliant Career (1979), Breaker Morant (1980) ve Gallipoli (Gelibolu) (1981) filmlerine çok olumlu bakmış ve bu filmleri yeni bir cepheye koymustu - manzara öylesine altin bir berraklikla sergilenmek-teydi ki filmlerin görsel güzel-likleri kendi içinde bir ayrıcalik kazaniyordu.
Ancak, modern Avustralya ile ilgili hikayelerin halkın yaratıcı gücünü yakalaması daha uzun sürdü. Tek basına kalmis başarılar vardı. George Miller'in düşük bütçeli gerilim filmi Mad Max (1979), tarzındaki iç enerjiyle aksiyon filmi hayranlarının basını döndürerek beklenmedik bir çikis yapmis ve artık uluslararası bir yıldız olan Mel Gibson'in da ilk filmi olmustu. Paul Hogan popüler komedi filmi Corcodile Dundee'de (Timsah Dundee - 1986) geride kalmis kahramani 20. yüzyılın sonlarına taşımis ve Melbourne'li yönetmen Paul Cox'un ince işlenmiş çağdas filmleri dünya film festivalleri zincirinde çok büyük bir prestij kazanmıştı. Ama 1990'ların basındaki sözde "dolambaçli" Avustralya komedisinin doğusuna kadar asil çikis gerçekleşmedi. Gerçekten de Ballroom (Balo - 1993), Pricilla, Queen of the Desert (Pricilla, Çöl Kraliçesi - 1994) ve ve Muriel's Wedding (Muriel'in Dügünü - 1995) Avustralya film yapimciliğinda yeni bir gücün - ve espri anlayisinin - yükselmekte olduğunu kanıtladı.
O zamandan beri, dikkat çekecek kadar düşük bir bütçeye sahip ilk filmlerini oldukça eglenceli ve başarılı yapmis, henüz yirmili ve otuzlu yaslarında olan film yapimciları arasında -çoğu Avustralya Film, Radyo ve Televizyon okulu mezunudur - yeni bir yetenek filizlenmeye başlamisti. Artik Avustralya filmleri her tür konuyu ele almakta ve büyük bir kültürel renklilik sergilemektedir. Örneğin, 2000 yılının en başarılı filmleri herseyi işlemekteydi. Andrew Dominik'in filmi Chopper, Mark 'Chopper' Read adlı bir suçlunun yaşamının korkusuzca çekilmis bir filmiydi; Merlbourne grubu Working Dog'dan The Dish, Avustralya'nın Apollo 11 görevi sırasında aydan çekilen resimlerin aktrilmasına üstlendiği görevle ilgili oldukça nostaljik bir komediydi; ve Kate Woods'un Looking for Alibrandi adlı filmi ise Melina Marchetta'nin Sidney'de büyük bir Italyan-Avustralyalı ailenin bir parçasi olarak büyümekle ilgili çok satan romanının gerçekten hos bir uyarlamasıydı.
Avustralyalı film yapimciları ve sanatçıları artık anavatanları ve diğer ülkeler arasında daha sık hareket etmekteler. Peter Weir, Bruce Beresford ve Phillip Noyce gibi yönetmenler ve Nicole Kidman, Geoffrey Rush ve Cate Blanchett gibi oyuncular, kendileri için uluslararası bir kariyer çizmis ve daha büyük ve ayrıcalıklı bir grup halıne gelen Avustralyalı sanatçıların arasındaki kalıcı isimlerden sadece bir kaçıdir. Bu, Avustralya'da yasayan Yeni Zellendalı Jane Campion ve 2001 yılında En Iyi Erkek Oyuncu dalında Oskar alan Russel Crowe gibi sanatçılar için de geçerlidir. Campion'un T he Piano (Piyano - 1993) adlı filmi, bir animasyon olan Babe (Bebe - 1995) ve Scott Hicks'in Shine (1196) adlı filmi gibi yerel yapimlar, bu yapimlarda çalışan kişiler adına çeşitli Akademi Ödülleri kazanmıştır. Hükümetin mali desteğiyle 1970'lerin basında yeniden yasama dönmeden önce neredeyse ölmek üzere olan bir film endüstrisi için, bu çok büyük bir başarıdir. Bu yeniden canlanma sürecinin başlangıç döneminde, ilk adini duyuran ülkenin koloni tarihiyle ilgili filmlerdi. Uluslararası seyirci ve eleştirmenler, her biri evrensel konuları isleyen ve The Chant of Jimmie Blacksmith (1978), My Brilliant Career (1979), Breaker Morant (1980) ve Gallipoli (Gelibolu) (1981) filmlerine çok olumlu bakmış ve bu filmleri yeni bir cepheye koymustu - manzara öylesine altin bir berraklikla sergilenmek-teydi ki filmlerin görsel güzel-likleri kendi içinde bir ayrıcalik kazaniyordu.
Ancak, modern Avustralya ile ilgili hikayelerin halkın yaratıcı gücünü yakalaması daha uzun sürdü. Tek basına kalmis başarılar vardı. George Miller'in düşük bütçeli gerilim filmi Mad Max (1979), tarzındaki iç enerjiyle aksiyon filmi hayranlarının basını döndürerek beklenmedik bir çikis yapmis ve artık uluslararası bir yıldız olan Mel Gibson'in da ilk filmi olmustu. Paul Hogan popüler komedi filmi Corcodile Dundee'de (Timsah Dundee - 1986) geride kalmis kahramani 20. yüzyılın sonlarına taşımis ve Melbourne'li yönetmen Paul Cox'un ince işlenmiş çağdas filmleri dünya film festivalleri zincirinde çok büyük bir prestij kazanmıştı. Ama 1990'ların basındaki sözde "dolambaçli" Avustralya komedisinin doğusuna kadar asil çikis gerçekleşmedi. Gerçekten de Ballroom (Balo - 1993), Pricilla, Queen of the Desert (Pricilla, Çöl Kraliçesi - 1994) ve ve Muriel's Wedding (Muriel'in Dügünü - 1995) Avustralya film yapimciliğinda yeni bir gücün - ve espri anlayisinin - yükselmekte olduğunu kanıtladı.
O zamandan beri, dikkat çekecek kadar düşük bir bütçeye sahip ilk filmlerini oldukça eglenceli ve başarılı yapmis, henüz yirmili ve otuzlu yaslarında olan film yapimciları arasında -çoğu Avustralya Film, Radyo ve Televizyon okulu mezunudur - yeni bir yetenek filizlenmeye başlamisti. Artik Avustralya filmleri her tür konuyu ele almakta ve büyük bir kültürel renklilik sergilemektedir. Örneğin, 2000 yılının en başarılı filmleri herseyi işlemekteydi. Andrew Dominik'in filmi Chopper, Mark 'Chopper' Read adlı bir suçlunun yaşamının korkusuzca çekilmis bir filmiydi; Merlbourne grubu Working Dog'dan The Dish, Avustralya'nın Apollo 11 görevi sırasında aydan çekilen resimlerin aktrilmasına üstlendiği görevle ilgili oldukça nostaljik bir komediydi; ve Kate Woods'un Looking for Alibrandi adlı filmi ise Melina Marchetta'nin Sidney'de büyük bir Italyan-Avustralyalı ailenin bir parçasi olarak büyümekle ilgili çok satan romanının gerçekten hos bir uyarlamasıydı.
Avustralya sanayii, The Matrix(Matrix-1999), Mission Impossible II (Görevimiz Tehlike II-2000), Moulin Rouge (2001) ve bir kısmı Sidney Fox Stüdyolarında çekilden George Lucas'in Star Wars (Yildiz Savaşları) serisinin ikinci bölümü kadar büyük ve karmasık yapimların çekimlerini kaldirabilecek seviyede gelismis stüdyoların oluşturulmasıyla, teknik açıdanda büyük ilerlemeler kaydetmiştir.
Hollywood'un yönettiği bir sanayide, ulusal bir sinemanın ömrü belirsizdir. Ama direnci ve yaratıcılığı sayesinde Avustralya film yapimi topluluğu, gelecege güvenle ve olumlu bakmaya hazır olduğunu kanitlamıştır.
Hollywood'un yönettiği bir sanayide, ulusal bir sinemanın ömrü belirsizdir. Ama direnci ve yaratıcılığı sayesinde Avustralya film yapimi topluluğu, gelecege güvenle ve olumlu bakmaya hazır olduğunu kanitlamıştır.
AVUSTRALYA FİLM ÖRNEKLERİ Antikacı Dükkanı (film) Charles Dickens'in Antikacı Dükkanı isimli romanından aynı adla uyarlanan filmler ve televizyon dizileridir. Antikacı Dükkanı 1911-1995 yılları arasında 10 kez filme alınmıştır. Hepsinin türü dramdır. -1911 ABD yapımı, İngilizce, sessiz ve siyah-beyaz. Yönetmen: Barry O'Neil Oyuncular: Marie Eline (Küçük Nell), Frank Hall Crane (Büyükbaba) 1912 - İngiliz yapımı, sessiz ve siyah-beyaz. Yönetmen: Frank Powell 1913 - İngiliz yapımı,İngilizce, sessiz ve siyah-beyaz. Yönetmen: Thomas Bentley Oyuncular: Warwick Buckland (Büyükbaba) 1921 - İngiliz yapımı, sessiz ve siyah-beyaz. Yönetmen: Thomas Bentley Oyuncular: Mabel Poulton (Küçük Nell), William Lugg (Büyükbaba), Hugh E. Wright (Tom Codlin), Pino Conti (Daniel Quilp) 1934 - İngiliz yapımı, İngilizce, siyah-beyaz ve 105 dakika. Yönetmen: Thomas Bentley Oyuncular: Elaine Benson (Nell), Ben Webster (Büyükbaba), Hay Petrie (Quilp) 1962 - 25 dakikalık 13 bölümden oluşan İngiliz yapımı siyah-beyaz televizyon dizisi. Yönetmen: Joan Craft Oyuncular: Michele Dotrice (Nell Trent), Oliver Johnston (Büyükbaba) 1975 - İngiliz yapımı, İngilizce. Diğer adı Mr. Quilp'tir. Yönetmen: Michael Tuchner Oyuncular: Sarah-Jane Varley (Küçük Nell), Michael Hordern (Büyükbaba), Anthony Newley (Daniel Quilp), David Hemmings (Richard Swiveller) 1979 - 30 dakikalık 9 bölümden oluşan İngiliz yapımı televizyon dizisi. Yönetmen: Julian Amyes Oyuncular: Natalie Ogle (Küçük Nell), Sebastian Shaw (Büyükbaba), Trevor Peacock (Daniel Quilp) 1984 - Avustralya yapımı , İngilizce, renkli animasyon televizyon dizisi. Yönetmen: Warwick Gilbert 1995 - ABD yapımı, İngilizce televizyon dizisi. Emmy Ödülü'ne dört dalda aday olmuştur. Yönetmen: Kevin Connor Oyuncular: Peter Ustinov (Büyükbaba), Sally Walsh (Nell Trent), Adam Blackwood (Dick Swiveller), Tom Courtenay (Daniel Quilp) ---------------------------------------------------Babam, Romulus 2007 Avustralya yapımı biyografik dramatik filmdir.Özgün adı Romulus, My Father dır. 1987'den beri sinema oyunculuğu da yapan Avustralya'lı tiyatro yönetmeni Richard Roxburgh'un sinemadaki ilk yönetmenlik denemesidir. Senaryosunu şair ve oyun yazarı Nick Drake'nin Raimond Gaita (d.1946) 'nın 1998 yılında yayımladığı aynı adlı ödüllü anı kitabından uyarlayarak yazdığı filmin başlıca rollerinde Eric Bana, Franka Potente, Kodi Smit-McPhee, Marton Csokas, Russell Dykstra ve Jacek Koman oynamışlardır. Filmin uyarlandığı biyografik kitabın yazarı Alman kökenli Avustralyalı yazar Raimond Gaita anılarının çarpıtılıp basitleştirileceğinden çekinerek önceleri film haklarını satmak istememiş, ancak senaryo taslağını okuyunca ikna olmuştur. Film 1960'lı yılların başlarında Romanya'dan Avustralya'ya göç etmiş bir ailenin dramını anlatır. Dürüst ve çalışkan bir insan olan baba Romulus bir yandan güç çalışma şartları içerisinde oğlu Raimond'u yetiştirmeye çalışırken diğer yandan aileyi sık sık terkeden ihmalkâr ve bunalmış karısı ile alışılageldik ahlak kurallarına pek de uymayan bir şekilde ilişkisini sürdürmeye devam eder. Küçük Raimond ailenin birliğini sağlamak için çırpınırken felaketlerin ardı arkası kesilmez.İlk gösterimi Cannes Film Festivali'nde yapılan filme çeşitli uluslararası yarışmalarda tam 25 ödül verilmiştir.------------------------------------------------------------------ Candy, Neil Armfield'in, Luke Davies'in Candy: A Novel of Love and Addiction adlı romanından yola çıkarak çektiği 2006 yapımı, romantik drama filmidir. Filmin başrollerinde Heath Ledger, Abbie Cornish ve Geoffrey Rush yer almıştır.
Filmin yapımısı Margaret Fink'tir. Candy, ilk önce 25 Mayıs 2006 tarihinde Avustralya'da vizyona girdikten daha sonra dünyada gösterilmeye başladı.
Diğer Ülkeler
İspanya ve Yunanistan
Film sanayisinin güçlü olmadığı İspanya'da Luis Bunuel yaratıcı kişiliğiyle sinemada Gerçeküstücülük Akımı'nın ilk örneğini verdi. 1950'lerde yerleştiği Meksika'da film yapımcılığını sürdürdü ve Meksika sinemasını etkiledi. Madrid'deki Sinema Araştırmaları ve Deneyleri Enstitüsü'nü bitiren Carlos Saura Av ve Kanlı Düğün gibi filmleriyle dikkati çekti.
Yunanlı yönetmen Theo Angelopulos Kampanya Avcılar Kitera'ya Yolculuk Arıcı ve Puslu Manzaralar'da şiirsel bir anlatımla Yunan tarihini ve savaş yıllarını irdeledi. Angelopulos bu filmlerde insan ilişkilerini olağanüstü bir duyarlılıkla işlemeyi başardı.
Yunanlı yönetmen Theo Angelopulos
Almanya
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nı uğradığı yenilgi ve daha önce Naziler'ce sinemaya uygulanan baskılar yüzünden bu ülkede uzun bir süre sinema önemli bir varlık gösteremedi. 1960'larda Genç Alman Sineması adı altında federal hükümetten ödenek alan bağımsız bir yapım ve dağıtım kuruluşu kuruldu. Alman sinemasının önde gelen adları savaş yıllarını ya da savaş sonrası toplumu konu alan Maria Braun'un Evliliği Lola ve Veronika Voss'un Tutkusu gibi filmleriyle Rainer Werner Fassbinder Berlin Üzerindeki Gökyüzü ile Wim Wenders ve Stroszek gibi doğal ve cana yakın bir mizah içeren filmleriyle Werner Herzog'dur. Volker Schlöndorff ile Alexander Kluge Fransız Yeni Dalga Akımı'ndan büyük ölçüde etkilendiler. Devletin sinema sanayisine destek olması kadın yönetmenleri ve azınlıkları da yüreklendirdi. Devrim mücadelesinin önde gelen kadınlarından Rosa Luxenmburg'un yaşamını kadın yönetmen Margarethe von Trotta sinemaya uyarladı.
Etiketler:
almanya,
avustralya sineması,
İspanya,
yunanistan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)